
Bir tanıdığım var. Mahallemden. Sıradan bir ailenin sıradan çocuğuydu. Bir zamanlar... Şimdi onlarca fabrika sahibi. Doğru, böyle zenginlerin sayısı arttı, ama Habib ağabey gibi hem maddi hem manevi zenginler maalesef çok fazla değil... Bu seviyelere nasıl ulaştığının harika bir hikayesi var. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Anlatımı kolaylaştırmak için hikayeyi kahramanın ağzından yazacağım...
“Bin dokuz yüz doksan yılında babam vefat etti. Ben henüz on yedi yaşındaydım. Akıllı olduğumu düşünsem de, beş yıl hastalıkla mücadele eden babamın ölümünden çok etkilendim. Çünkü ölümü uzak sanıyordum...
Ailem sıradan bir “kolhozcu” olsa da, eğitimli, dindar, dini bilgileri az olsa da, çokça hayırlı işleri vardı. Annemin nasihatleriyle beş kardeşimin sorumluluğunu almaya başladım.
Mahallemizde İslam ağabey adında bir bakkal vardı. Yanına gidip: “Beni çırağın olarak alın,” diye ısrar ettim. Aile durumumu bildiği için kabul etti. Taşkent’e meyve ve sebze götürüp satmaya başladık. Biraz para kazandım. Sonra Rusya’ya yük götürmeye başladım. İşlerim çok iyi gitti.
Bir gün trende çok morali bozuk bir adamla yol arkadaşlığı yaptım. Adı Murodjon, Kazakistanlıymış. “Neden moralin yok, ağabey?” diye sordum. “Ey kardeş, ne diyeyim, istasyonda paramı yol kesicilere kaptırdım. Trende falan yere gitmem lazım, oradan inip Piston şehrine ulaşmam gerekiyor. Şimdi vagon görevlisi biletimi sorarsa ne derim, kafam karıştı.”
O anda babamın rahmetlinin nasihatleri aklıma geldi: “Evladım, yolcuya, yolda kalana, kafir olsa bile yardım et! Allah karşılığını mutlaka verir...”
Kazak ağabeyin yol masraflarını hesapladım. Tren bileti iki yüz, şehrine ulaşması için iki yüz, yemek için yüz, toplam beş yüz dolar yeterliydi. Yanımda yaklaşık yedi yüz dolar vardı. Biletim vardı, Moskova’ya gidiyordum ve yüklerimi pazara götürmek için yüz dolar yeterliydi. Demek ki bu adama yardım edecektim, dedim.
Şeytan ve nefsim ne kadar karşı çıksa da, babamın nasihatine uymak istedim. (Belki babam hayatta olsaydı böyle yapamazdım, bilmiyorum...) Hemen yanımdan beş yüz dolar çıkardım. O kişi utandı. “Bu parayı size nasıl geri ödeyeceğim, nereden bulacağım?” dedi çaresizce parayı alırken. “Ağabey, ben Özbekim. Ama beni arayıp durma. Bu Allah yolunda bir iyiliktir size. Babam rahmetli böyle buyururdu. Onun hakkına dua edersen yeter. Eğer gerçekten geri vermek istersen, kendin gibi zor durumda olan birine yardım et, ben razıyım. Bu borç değil. Gençlik, böyle durumlar olur” dedim onu zor durumdan kurtarmak için... Yol boyunca sohbet ettik. Moskova’ya varmadan bir istasyonda indi. Sonra Murod ağabeyi görmedim (gençler belki anlamaz, o zamanlar sadece ellerde değil, evlerde bile telefon nadirdi).
Yaklaşık iki yıl soğuk ülkelere gidip geldim, sevgilim oldu. Gün geçtikçe param arttı, evimiz düzeldi. Bir gün nazar değdi. Rusya’da yol kesicilere rastladım. Tüm malımı kaptırıp kendimi öldürmek istedim, Allah kurtardı ve zar zor kaçtım. Nefsime uyarak borçla da mal aldım. Köye dönünce çiftçi ve bahçıvanların parasını istemeye başladılar. Verdiğim imkan yok, borçtan dolayı durumları kötü... Kapıdan biri çağırsa kalbim oynar, farkında olmadan sandalyenin içine girerim. Keşke yer yarılsa da içine girsem... Annem teselli etse de, gözlerindeki hüzün beni ezdi. Babamdan kalan bir arazi vardı, onu satarak borçtan kurtuldum. Şimdi ne yapacağımı bilemiyorum, çünkü iş yok, köylüler borçla mal vermiyorlar...
Böyle günlerden birinde annem yalvaran bir sesle başladı: “Evladım, çok üzülme, bu günler de geçer. Su da dağdan inerken büyük-küçük taşlara çarpar, olgunlaşır – tatlı olur. Kardeşin Abdullatif başkente okula girdi. Eğer kabul edersen, oraya git, on lira kazanırsan yarısını kendin kullan, yarısını kardeşine ver. Bize paran gerekmez, emekli maaşım ve bahçeden çıkan ürünlerle geçiniriz. Kardeşin eğitim almalı. Üniversiteye girmek herkese nasip olmaz. Yabancı ülkelerde yaşamak kolay değil. Zorlanıp okuldan kopmasın... Canım evladım, diğer mahalledeki Muqim ağabey bir pazarda çalışıyormuş. Onunla konuş...”
“Tamam” dedim ve başkente doğru yola çıktım. “İppodrom” pazarına gidip el arabası çekmeye başladım. İşimiz tüccarların büyük çantalarını sabah depodan pazara, akşam pazardan depoya taşımak, gündüz müşterilerin yükünü arabalarına götürmek... Kalabalıkta yük dolu arabayı itmek kolay değil. Müşteriler size çok tepeden bakar, adım “hey araba!” olmuş, herkes böyle çağırır... “Yakında Habib zengin olup geziyordu, bak şimdi pazarda araba çekiyor...”
Mahallemden tanıdıklarımın (acıyarak mı, kınayarak mı bilmiyorum) böyle sözlerini duymak, her türlü yükü taşımaktan daha ağırdı. Ama hepsine katlanmalı, annemin sözünü iki etmemeliydim. Herkesten erken gidip geç dönerdim. Bazı tüccarlarla samimi olunca pazar bitince malını toplayıp depoya koymayı da bana emanet etmeye başladılar. Tabii iki-üç kat fazla ücret karşılığında. Kardeşimi baştan aşağı giydirip, yiyeceğini sağlamakla kalmayıp köye de para gönderiyordum...
Yaklaşık altı ay geçti. Bir gün pazar kapanıp, arabacılar da kiralık evlerine gittiler, benim gibi “çalışmak zorunda olanlar” kaldı sadece. “Arkadan biri ‘hey araba!’ diye seslendi. Gittim ve sahibine bakmadan yükü arabaya yüklemeye başladım. Yükü bitirince müşteri “Şu park yerine!” dedi. O anda ona baktım, yüzü sıcak görünüyordu ama tanıyamadım. “Habib! Kardeşim, sen misin?!” dedi. O zaman hatırladım, bu o – üç-dört yıl önce trende karşılaştığım Kazak Murod ağabeydi. Çok sıkıntılı görünüyordu, beni sorularla boğuyor, cevabını beklemeden konuşuyordu... Kısaca zor bir durumda gibiydi. “Ne oldu?” diye sordum. “Gençlik, ağabey...” diye cevap verdi. O anda trende kendine teselli olarak söylediğim bu söz aklına geldi ve yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı.
Yanındaki çırağına yükü arabaya götürüp sonra arabayı kiralanan yere teslim etmesini söyledi. Biz sohbet etmeye başladık. Anlattığına göre, Murod ağabey Türkiye ve İran’dan mal getirip tüccarlara toptan satıyor, pazar ürünlerinin yarısından fazlasını o ithal ediyormuş. Taşkent’teki evine gittik. O kadar lüks ki, biz gibi sıradan insanlar bile yürümekte zorlanır... “Yıkan” dedi, beni hamama gönderdi. Ne kadar yıkanırsam yıkanayım bedenimden kara bir şey çıkıyormuş gibi hissettim. Çok rahatladım, içim ferahladı.
Hamamın soyunma odasına çıktığımda, kıyafetlerim yoktu! Yerine baştan aşağı yeni kıyafetler duruyordu. Murod ağabey dışarıdan: “Habib, kıyafetleri sana getirdim. Utanma, onları giyip çık hemen...” dedi. Başka biri olmuş gibi hissettim. Murod ağabeyle uzun uzun dertleştik, geçmişi konuştuk.
Trende yaşananları hatırladı. “O zaman,” dedi, “Senin cömertliğine hayran kaldım. Borç değil diyerek vermene rağmen, Allah’tan bu gence tekrar rastlayıp iyiliklerini geri vermesini çok diledim. Şükürler olsun dualarım kabul oldu. Şimdi iyilik sırası bende...”
Ertesi gün pazardan dükkan aldık. Bana herkesten daha ucuza ve parasını sonra vermek şartıyla mal vermeye başladı. İki köylü arkadaşımı yardımcılık için aldım. Böylece çok büyük para kazandım. Şu anki fabrika ve tesislerimin temeli o meşhur “İppodrom” pazarında atıldı...”
Hikayeyi burada bitirebilirdim. Ama...
Yakınlarda Abdullatif’in Taşkent’teki evinde misafirdim. Dört-beş yaşlarında küçük bir kıza “Eviniz çok güzel, değil mi?” dedim. “Evet, ama babamın (amcasını baba der) evi çok daha lüks...” dedi çocuk. “Hayır” dedim, sözümü şaşkınlıkla süsleyerek. O hiç aldırmadan devam etti: “Biliyor musun neden? Çünkü babam çok hayır yapar, bu yüzden Allah paralarını çoğaltır...”
Küçük çocuğun bu sözleri beni çok etkiledi. Çünkü doğruyu söylüyordu. Habib ağabeyin cömertliği, misafirperverliği, birçok fakire maddi destek vermesi, öğrencilerin öğrenim ücretlerini karşılaması, camilerin yapımına gizli-açık para vermesi anlatmaya gerek yok. Sadece bir şeyi söylemezsem içim rahat etmeyecek. O kişi hep aynı şeyi tekrarlar: “Hayrın mükafatı ancak hayırdır!”
Yakınlarda öğrendim ki, bu Habib ağabeyin sözü değil, Allah’ın kelamı, daha doğrusu gerçek vaadiymiş: Er-Rahman suresi, 60. ayet.
Abdulaziz Muborak
Kaynak: Azon.uz Telegram’da «Zamin»i takip edin! Ctrl
Enter
Bir Hata mı buldunuz?
İfadeyi seçin ve Ctrl+Enter tuşuna basın İlgili haberler